Kur’an’da anlatılan peygamber kıssaları, davet yolunda önümüzü aydınlatan tevhit mücadelesinin metodudur. Yani bir tek Allah’a ibadet etme davetinin ve onun dışında tüm mabutları reddeden kavganın serüvenidir. Bütün peygamberler, gönderildiği kavmin dili, rengi, ırkı ve coğrafyası ne olursa olsun ilkin onları tevhide davet etmiştir:
“Ey kavmim! Yalnız Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka bir ilahınız, mabudunuz yoktur.” (Araf: 73)
İkinci olarak, her peygamber, kendisinden önce gelen peygamberleri doğrulayarak kavmini Allah’tan korkmaya ve kendisine itaat etmeye davet etmiştir. Kur’an-ı Kerim, İsa aleyhisselam’ın diliyle bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:
“(Ey kavmim! Ben) Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olmak üzere, size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir ayetle geldim. O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Yalnızca O’na ibadet edin. Doğru yol budur.” (Al-i İmran: 50, 51)
İsa aleyhisselam’ın bu daveti aslında bütün peygamberlerin ortak davetidir. Bu davetin özü şu üç esasa dayanır:
1-Bütün insanların itaat etmeleri gereken üstün bir otorite vardır. Bu otorite Allah’a aittir. Sosyal hayatın düzeni ve medeniyetin ilkeleri bu temel üzerine kurulur. Peygamberlerin davet metodu, önce dinin çatısı olan şeriatın hükümlerini değil; dinin temeli olan inanç sistemi üzerine kuruludur. Bu temel üzerine yükselen olgu ise onların şeriatıdır.
2-Bu üstün otoritenin temsilcileri olan Peygamberlere kayıtsız şartsız itaat vaciptir. Kur’an-ı Kerim “Allah’a ve Peygambere itaat ediniz” (Nisa, 59) “Her kim Peygambere itaat ederse, şüphesiz o, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) şeklindeki hükmü açık ve nettir.
Peygamberlere itaat etmek, onların söylediklerini tasdik etmek, yolunu izlemek ve şeriatlerini takip etmekle olur. Bir şahsın Allah’ın Peygamberi olduğuna dair kesin kanıt oluşunca artık ona itaat vaciptir. Birini peygamber olarak kabul edeceksiniz de ona itaat etmeyecek, yolundan gitmeyeceksiniz, bu tutarlı bir davranış değildir.
3-İnsan hayatını tanzim eden kanun ve nizam ancak Allah’ın koyduğu kurallardan müteşekkil olmalıdır. İnsanın var oluş gayesine uygun olarak bir hayat yaşaması Allah’ın belirlediği kanunlar çerçevesinde olmalıdır. Bunun dışında bütün kanun ve sistemler geçersiz sayılmalıdır. İnsanı yaratan Allah olduğuna göre ihtiyaç ve arzularını da en iyi bilen O’dur.
Allah’tan başka birilerinin Allah’a rağmen kanun ve nizam ihdas etmesi, hem büyük bir cehalet hem de doğrudan Allah’ın işine müdahale etmek gibi bir hadsizliktir. Peygamberin getirdiği şeriata tabi olmanın mecburiyeti vardır. Bu hususla ilgili Kur’an-ı Kerim’de geçen ayet-i kerimelerden birkaçını aşağıya alıyoruz:
“Biz Peygamberleri, ancak Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik…” (Nisa, 64.)
“Şüphesiz Allah, Müşrikler hoşlanmasa da İslam’ı bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini açık deliller ile gönderendir.” (Tevbe, 33)
“Hiç şüphesiz biz, sana bu kitabı hak olarak indirdik. O halde sen de dini yalnızca Allaha tahsis ederek O’na ibadet et. Haberin olsun ki, Halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler ise “Bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye bunlara tapıyoruz” derler. Kuşkusuz Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir.” (Zümer, 2-3)
Bu ayetlerden çıkarılan kesin hüküm şudur: Peygamberler, sadece Allah’a iman edilmesini bildirmek için gönderilmemiştir. Bilakis yanlarında uyulması ve yaşanması gereken bir şeriat ile gelmişlerdir. Bu durumda onlara inanıp başkalarına tabi olmak büyük bir haksızlıktır. Peygamberlerin getirdiği şeriata inanıldıktan sonra diğer tüm nizamlar bir yana bırakılmalıdır.
Eğer pratik hayatta şeriat uygulanmıyorsa ona inanmanın bir anlamı kalmaz. O takdirde dinin ve şeriatın seçilişindeki asıl mana kaybolur. Çünkü din, sadece ahiret işlerini değil, aynı zamanda bu dünyada da yaşanması, toplum hayatına hâkim olması ve işlerinin düzene konulması için vazedilmiştir. Din, dünyada iken yaşanmazsa ölümden sonra hiç işe yaramayacaktır.
Kur’an’da zikredilen peygamber kıssaları, dalalet ehlinin yalanlama ve saldırılarına karşı iman ehlinin imanını artırmakta, azim ve kararlılıklarını güçlendirmektedir. Çünkü bu kıssalar, müminlerin gittikleri yolun ilk defa ortaya atılan bir fikir ve inanç değil, insanlık tarihi boyunca süregelen iman-küfür mücadelesinin serüveni olduğunun ispatıdır.
İnsanları hakka davet etmek için nice peygamberler gelmiş ve nice zorlu mücadeleler verilmiştir. Kimi insanlar onlara tabi olurken, kimileri de karşı çıkıp yalanlamış ve bu mücadele böyle sürüp gitmiştir. Ama neticede hep hakkın tarafı galip gelmiş, batıl ise yok olup gitmiştir. İşte bu bilinci kavrayan iman taifesi, büyük bir moralle ileriye dönük hep umutla bakmış, bakmaktadırlar.
Her peygamber bir öncekinin davasına kuvvet vermiş, desteklemiştir. Hiçbir zaman birinin söylediğini diğeri tenkid etmemiştir. Eğer bu peygamberler tek bir yerden gönderilmemiş olsalardı ve tebliğ ettikleri hakikatler de kendi fikirlerinin ürünü olmuş olsaydı, farklı zaman ve mekânlarda gelen bu zatların, bu derece ittifak ve fikir birliği içinde olmaları imkânsız olurdu.
Böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, umum peygamberlerin ve onlara tabi olan müminlerin gittikleri yol, hak ve dosdoğru yoldur. Peygamberlerin bildirdikleri hakikatler kendi fikir ürünleri değil, Allah’tan vahiyle bildirdikleri hakikatlerdir. Dolayısıyla Müslümanların izlediği yolun doğruluğu hususunda hiçbir tereddüt ve şüpheye mahal kalmamaktadır.
Kur’an’da anlatılan peygamber kıssaları, Kur’an’ın üçte birinden fazlasını teşkil etmesi bu kıssaların tevhid ve davet kültürümüzde ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu kıssalar sırf tarihi bir bilgi olsun diye değil, geleceğe dönük yol gösterici ve örnek bir metot olsun diye anlatılmaktadır. Bunlar başta peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem’e en zor ve girift zamanlarda moral ve teselli kaynağı olduğu gibi, ne yapacaklarıyla alakalı da yönlendirici ve yol gösterici olmuştur.
Sonra bizim için en sahih ve en güvenilir tarihi kaynaklardır. Ne yazık ki çoğu tarihçiler bu sahih kaynak ortada dururken, İsrailoğulları rivayetlerinden bir sürü hurafeleri toplamış, sözde peygamberler tarihi olarak ele almışlardır. En vahim olanı ise bazılarının sadece bu rivayetlerin temasına uyan ayetleri alıp ona uyarlamaya çalışmalarıdır. Böylelikle muhkem olanı, muharref olana uydurmak esas alınmıştır.
İnsanların, tarihlerinden faydalanmak kadar daha tabii bir şey yoktur. İslam kültür mirasında tarihe büyük bir önem verilmiştir. Tarihi bilmeyen ve tarihle kültürünü beslemeyen bir âlim, diğer alanlarda ne kadar derinleşse de onları düzenli ve verimli şekilde kullanamaz. Zira tarih, kişinin geçmişi ile geleceği arasında sürekli bir bağın var olduğu düşüncesini geliştirir, ufkunu açar. Olaylar hakkında muhakeme gücünü artırır, günlük hadiselerin akışıyla gerçeklerin doğru değerlendirilmesini ve isabetli tahliller yapmasını sağlar.
Zorba yöneticiler de tarihte yok olmuş zalimlerin kötü akıbetlerini okudukları zaman, bir nebze de olsa yumuşayıp zulümlerinden geri çekilebilir veya korkarlar. Aynı zamanda mazlumlar da tarihte zulmün çok devam etmediğini ve nihayetinde zalimlerin tahtlarının bir gün yıkılacağını okuyunca teselli bulur ve geleceğe umutla bakarlar. Hulasa tarihin tekerrür edebileceği gerçeğinde, herkes için dersler ve ibretler vardır.
Tarihe vakıf olan bir insan, onun sayfaları arasında asırdaş olmadığı insanlarla alaka kurar, onlarla birlikte yaşıyormuş gibi bir nevi ortamlarını paylaşır ve bir anda kendini onların arasında hisseder. Bu sebepledir ki, fikir ve dava adamları, tarihten aldıkları ilhamla çok daha temkinli ve hesaplı adımlarla yürümek zorundadırlar.
Şurası iyi bilinmelidir ki tarih; şayet sadece geçmişte yaşanmış hadiseleri salt o günün gerçekleriyle alakalı bilgi ve belgelerden ibaret olarak algılanırsa, bir hikâye olmaktan öte bir mana ifade etmeyecek ve bir değer taşımayacaktır. Fikir ve dava adamları, tarihin her üç zamanını yani dünü, bugünü ve yarını birlikte düşünmek zorundadırlar.
Geçmişten edinen tecrübeler, bugünün gerçeklerine ışık tuttuğu gibi, doğru istikamette yürüyebilmek ve daha güzel yarınları kurabilmek için de geleceğe kılavuzluk etmektedir. Geçmişini iyi bilmeyen insanlar/milletler, geleceklerine umutla bakamaz, aydınlığa yürüyemezler. Zira tarihin bütün süreçlerini dikkate almadan, hareket edenlerin hali, uçsuz bucaksız ve karanlık bir vahada yürüyen şaşkın kimsenin hali gibidir.
Kur’an-ı Kerim’de zikredilen peygamber kıssalarının Kur’an’ın üçte birini teşkil etmesinin sırrı ve hikmeti bu olsa gerek. Zira bu kıssalar, tarih boyunca elde edilen büyük bir müktesebatın birikimi, tevhit mücadelesinin parametreleri, İslam’a davetin metodu ve ilkeleridir. Mevla bizleri efendilerimiz ve rehberlerimiz olan peygamberlerin yolunu izlemekten bir an olsun geri bırakmasın. Allah’ın salat ve selamı hepsinin üzerine olsun.
The post DAVET YOLUNDA ÖNÜMÜZÜ AYDINLATAN PEYGAMBER KISSALARI first appeared on İNZAR DERGİSİ.