Din ve Siyasette Üslup (Dini Dili, Dili Ameli Olmalı Siyasetçinin)

Din ve Siyasette Üslup (Dini Dili, Dili Ameli Olmalı Siyasetçinin)
Yayınlama: 04.01.2023
A+
A-

Dinin en etkin ikinci tanımı ne olsun derseniz; bence ahlak olmalı. Nitekim Peygamber (as) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini açık seçik beyan etmiştir. Din hayatın her alanını kapsadığına göre ahlak da hayatın her alanında var demektir. Güzel ahlak sadece yumuşak huyluluk değildir elbette. Ticarette, hukukta, eğitimde, evlilikte, akrabalıkta, babalıkta, evlatlıkta, siyasette; üretirken, tüketirken, alırken, satarken; eşya ile hayvan ilişkisinde; el-hasıl insanın var olduğu her yerde ahlak sahibi olmayı planlar, düzenler ve emreder dinimiz.

Toplumları ihya, inşa ve irşad misyonunu üstlenme iddiasında olan siyaset de elbette dinin merkezindeki ahlak öğretisine en fazla muhatap olan bir kurumdur. Ve elbette siyasetçi en önemli öznesidir bu hitabın.

Toplumu yönetme talebi ve sanatı olan siyaset, Aristo, Eflatun gibi felsefecilerin özetle “etik sorunları inceleme” olarak ele aldığı; günümüzde ise daha kurumsal bir yapıya bürünüp daha disiplinel bir alana dönüştüğü bir kurumdur.

Bununla birlikte batıdan devşirme tüm kurumlarımız gibi siyaset kurumu da Batıcı bir dil, üslup ve yol izlemiştir. 16. yy’da liberal düşüncenin öncüsü John Locke, David Hume; 18. yy’da siyaseti bilimsel olarak ilk ele alan Karl Marx, gibi felsefecilerin şekillendirdiği Batı siyaseti Müslüman toplumların zihinsel, düşünsel ve yaşamsal kalıplarına asla uymamıştır. Yine 20 yy’a damgasını vurmuş Alman Carl Schmit, siyaseti dost- düşman ayırımı üzerine bina etmiş. Ona göre dost-düşman ayırımı yapmayan halkın siyasal açıdan da varlığı sona erer. Batıcı kafalarca bize giydirilen bu siyasetin deli gömleğine rağmen bu gömleği yerli bir gömleğe dönüştürme, Müslüman toplumlara uydurma gayretinde olan gayretkeşler de çok olmuştur.

Siyaset belli bir toplumda çatışma halinde olan düşüncelerin uzlaştırılması faaliyetidir. Bu uzlaştırma faaliyeti ise yönetim erkinin elde bulunması ile gerçekleşir.” Oysa günümüzde siyasetin ve siyasilerin dili ve üslubu toplumu ayrıştırma, ayrılık ve farklılıkları derinleştirme ve kamplaştırma aracı haline gelmiştir. Zira rakibi düşman gören bu ayrışma o kadar derinleşmiş ki rakibine üstünlük sağlamak için yalan, iftira, kumpas, karalama gibi ahlaksızlıklar kabul gören bir anlayış haline gelmiştir. Yani “kazanmak için her yol mübahtır” prensibi makul bir pratik haline dönmüştür. Öyle ki bu dayatılmış üslup ve ifsadın dışında kalanlar ötekileştirilip dışlanmışlardır. “Oyunu kuralına göre oynamayan oyuncu” muamelesine tabii tutulup oyun dışına itilmişlerdir.

Bu ifsat sahipleri din ve siyaseti ayrıştırarak işe koyulmuş ve buna kanıp siyasetten uzak kalan dindarlar da işlerini kolaylaştırmışlardır. Bir taraftan siyaseti dinden arındırmış, öteki taraftan dindarı siyasetten uzaklaştırmışlardır. Bu uzaklaşma, siyaseti dinin kuşatıcı ahlakından uzak tutmuş ve bu anlayış kısmen toplumsal kabul de görmüştür.

Oysa siyaset dinin ahlaki kuşatmışlığına o kadar çok muhtaçtır ki… Düşünün ki avucunda yem varmış gibi gösterip atını çağıran (aldatan) adamın sözüne itibar etmeyen ve peygamberden naklettiği sözü eksik, kusurlu ve itibarsız bulan bir medeniyetin ve ahlak anlayışının inşa edeceği siyaset ne kadar kuşatıcı olur. İşte size ana çerçeve. Alın içini doldurun doldurabildiğiniz kadar. Geliştirin geliştirebildiğiniz kadar. Elbette bu prensip bir dönemin Müslümanının özgün bir pratiği değil bilakis Kuran’dan ve Peygamberin pratiğinden süzülüp gelen özdür bu kuyumcu terazisinin hassasiyetinde olan ölçü. O dönemin insanı Kur’an ve Peygamberin pratiğinden bu damıtılmış özü inşa edebilmiştir. Ancak özellikle son iki yüzyılda bu koca müktesebatı koruma adına onu kafeslere tıktıkça tıkmış ve güdük bırakmışızdır.

Gazâli, özellikle bir ülkede hukukçu ve idarecilerin bilgili ve dürüst olmasını tavsiye ederek şu hadisi örnek verir:” Ümmetimden iki sınıf vardır; o iki sınıf ıslah olursa herkes ıslah olur, onlar fesada düşerse herkes fesada düşer. Bu iki sınıf: idareciler ve fakihlerdir.”

Bu manada tebliğcilerin ve siyasilerin dili doğru, yalın ve gerçekçi olmalıdır. Zira sözü ayakta tutan üç sütun vardır: Sözün kendisi, söyleyeni ve dinleyeni.  Söz olur, çok etkin olur, söyleyeni sönük olur. Söz etkin, söyleyeni belagat sahibi; dinleyeni yetersiz olur. Ya da sözün kendisi keskin ve yıkıcı olur. Bir sözün amacına ulaşması için sözün de söyleyenin de dinleyenin de senkronize olması lazım. Yani ne söylediğiniz önemli, nasıl söylediğiniz önemli ve kime söylediğiniz önemlidir. Bu üçlemede hassasiyet başta peygamberler olmak üzere dinin anlatıcıları ve icracılarında mücessem hale gelmiştir. Sözü ölçüp biçerek, muhataba saygı göstererek, söze kıymet vererek ve en etkin üslup ile söylemişlerdir.

Aynı sözün farklı kişilerden sadır olduğunda farklı etkiler bırakabildiği çokça rastladığımız bir husustur. Ya da aynı sözün farklı kişilerce farklı anlaşıldığı veyahut aynı manada olduğu halde aynı ağırlığı taşımayan sözlerin tesirinin farklı olacağı gibi. Üslupta nezaket, inancımızın temel prensibi olmakla birlikte insana saygının da belirleyici bir göstergesidir. Kitleleri galeyana getirme, ajite etme ve bağlılıklarını artırma adına diğerini düşmanlaştırma, şeytanlaştırma siyasetin vazgeçilmez dili ve kaidesi olmuş. Kimin ne söylediği değil “diğerine” ne kadar yüklendiği, yalan da olsa sözü üflediği balonu ne kadar şişirdiği, patlayan balonun ne kadar ses çıkardığı siyasetin başarı kriteri haline gelmiştir.

İşte din ve siyaset temsilcileri, fert ve toplumla iletişime geçerken bu gerçeğe odaklanarak hareket etmişlerdir. Fert ve topluma etkin ve etkili hitap etmeye çok kafa yormuşlardır. Asrımızda da bu alanda çok bilimsel çalışmalar yapılmış, sosyoloji, psikoloji, diksiyon ve hitabet ilminden azami derecede istifade edilmiştir. Ancak Batı menşeli bu bilimsel gayretler daha ziyade, toplumu manipüle etme, aldatma, yanıltma çabası şeklinde olmuş; müspet değişim ve dönüşüm asla ilgi alanlarını teşkil etmemiştir.

Asrımızın, zirvesini yaşadığı bu hezeyandan tek çıkış yolu, İslam’la şekillenmiş kadim medeniyetimizin tekrar ayağa kaldırılması ve yeni söylem ve pratikler geliştirerek insanlığa özgün yeni umutlar ve ufuklar kazandırmasıdır. Bu “Yeniden Diriliş Destanı” başta Müslüman siyasetçiler olmak üzere toplumun temel dinamiğini oluşturan tüm sivil ve resmi yapı ve çatıların sorumluluk ve gayretiyle yol almış ve hızla hedefine varmaya adanmıştır. Yeter ki gayret, ümit ve sabır azığımız olsun.

 

The post Din ve Siyasette Üslup (Dini Dili, Dili Ameli Olmalı Siyasetçinin) first appeared on İNZAR DERGİSİ.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.