Aylardan eylül… Şehrin denize bakan yüksek bir mahallesinde, camekânlı balkonda oturmuş kitap okuyorum. Caddenin iki yanını süsleyen koca çınarların dallarını sallıyor esinti. Batmaya yüz tutmuş akşam güneşinin ışığıyla oynaşıyor yapraklar. Hava yer değiştirdikçe dışarı taşıyor pencereden perdeler. Ara sıra dibinde oturduğum duvara yansıyor gölgeler. Boşluğa sarkıttığım elimi çekiştiren rüzgâr, oyununa katılmamı istiyor gibi. Çocuk olsam, dışarı çıkıp sürüklenen yaprakları kovalardım. Belki rüzgâra karşı kollarımı açıp uçmayı da denerdim. Tatlı düşlerden içim kıpır kıpır olsa da ciddiyetimden ödün vermiyorum. Çaktırmadan anın keyfini çıkarmakla yetiniyorum.
Ev sakin, ortalık sessiz. Sadece çayım eksik. Onu da koymak için başladığım bölümün bitmesini bekliyorum. Acele etmeden sayfaları deviriyorum birer birer.
Birden keskin bir kavun kokusu sarıyor evin içini. Şaşırıyorum biraz. Seviniyorum aynı zamanda. Çay yerine kavun, neden olmasın!.. Az sonra elinde tepsiyle çıkageliyor kayınpeder. Önüme tabağı koyup gidiyor. Tabağı biraz daha yaklaştırıp kokusunu içime çekiyorum. Öylesine güzel ki tekrar tekrar kokluyorum.
Kavun kokusunun insan hayatındaki yeri nedir ki? Hiç böyle bir ayrıntıyı düşünecek vaktiniz oldu mu, bilmiyorum. Ancak insan etkileyici bir kokuyu ilk nerede duyduysa, tekrarını yaşadıkça aynı yer gelir aklına. Dokunaklı nağmeler, sıra dışı karşılaşmalar ve sair tecrübeler için de durum aynıdır.
İşte şimdi düşünüyorum; bende derin iz bırakan bu enfes kokuyu ilk nerede nakşetmişim zihin kodlarıma diye. Kokladım yeniden. Gözlerimi kapatır kapatmaz harekete geçti duygular. Yılları üçer beşer geriye sardı hafızam. Derken, saniyeler içinde yirmi beş yıl öncesine gittim!
Çeyrek asır evvel aylardan eylüldü yine. Sırtımda çantamla varmıştım öğretmen lisesinin kapısına. Yaklaşık yüz yirmi kilometre kadar ötelerde kalmıştı evim. Mesafe çok da önemli değildi. Mesele gurbete çıkmış olmaktı. Ha bin kilometre ha birkaç kilometre, fark etmiyordu benim için.
Yeni ortama alışmak zaman alacak gibiydi. Henüz kimseyi tanımıyor, yalnız takılıyordum. İkinci günün akşamına doğru, kıyıda oturmuş ayak dibime kadar gelen dalgaları izlerken, ışığın geliş açısına göre renk değiştiren Van Gölü’nün maviliğinde kaybolmuştum. Üzgün ve dalgındım.
Yüz adım ötemde, büyük dut ağacının altında, kavun satan okul bekçisinin tezgâhı kalabalıktı. Öğrencilerin sıkça uğradığını görmüş ama merak edip bakmamıştım. Üçer beşer gruplar halinde gelenler alış veriş yaptıktan sonra aldıkları kavunları kesmek için uygun yer bulup çömeliyorlardı. İyi yer seçmiş olmalıyım ki kavunu alan bana doğru geliyordu.
Rahatsız olmayayım diye mesafeyi koruyanlar oldu. Fakat son kafile gelip yanı başımda oturdu. Ne yaptıklarını fark etmeyecek kadar meşguldüm o sıra. Tamamen aklımdan geçen düşüncelere yoğunlaşmış, dışarıdaki dünyayla bağımı koparmıştım. Gözüm kulağım muhayyilemde cereyan eden çekişmeye odaklanmıştı. Top patlasa umurumda olmazdı. Fakat burnumun bana ihanet edeceğini nereden bilecektim ki?
Saniyeler içinde ortalık buram buram kavun kokmaya başladı. Kayıtsız kalamadım. Gayet tabii şekilde başımı çevirip baktım. Dönmemle bana doğru bir dilim kavunun uzatılması bir oldu:
– Alır mısın köylüm, bir dilim de sen ye.
Üzerimizdeki parlak düğmeli lacivert ceket ve gri pantolonlarımızla hepimiz birbirimize benziyorduk. Kesme işini üst sınıflarda okuyan tecrübeli biri yapıyordu. Maharetli elleriyle kavunu eşit parçalara bölerken, içte demini almış o muhteşem koku serbest kalarak etrafa yayılıyordu. Sadece kavun kokusu mu; nemli toprak, gölün sodalı suyu, sararmış otlar, yağmur yemiş ağaç gövdeleri gibi pek çok varlığın katkısıyla oluşan rayiha içimdeki hasretle harmanlanarak mayalanıyordu.
Esmer, sıcakkanlı öğrencinin uzattığı dilimi almak istemedim:
-Ben almayayım, teşekkür ederim.
-Almazsan pişman olursun, meşhur Alaköy kavunu bunlar. Bitti mi bulamazsın.
Bitişik kaşlarının altına sığınmış keskin gözleri üzerimde, eli havada duruyordu. Israrındaki samimiyetten dolayı almak vacip oldu. Aldım.
-Teşekkür ederim.
Ağızda eriyen körpe dilimlerin damakta bıraktığı etki inanılmazdı. Kavun değil sanki bal küpüydü mübarek. Renginin cazibesi ve aromasının lezzeti, mis kokusunu gölgede bırakacak kadar vardı yani. İlk günlerin dokunaklı can sıkıntısıyla bütünleşecekti Alaköy kavununun tadı. Sanırım en hoşuma gideni, öğrencilerin kavunlarını cömertçe paylaşmaları ve tatlı sohbetlere kapı açmalarıydı. Devam eden günlerde kendiliğinden yürüyecekti oraya ayaklarımız. Belki açlıktan, belki alışkanlıktan.
-Afiyet olsun. Beğendin mi?
-Tekrar teşekkür ederim. İyisini seçmişsiniz.
– Evet, genelde en iyisini seçeriz. (Biraz imalıydı ifadesi)
-(…)
-Hazırlık öğrencisi misin?
-Evet, yeni başladım.
-Belli oluyor. (Güldü) Gel hele, tanışalım bir.
Meğer mescitte görmüş beni esmer tenli arkadaş. İnancına, kültürüne yabancılaşan kişilerle takılmayayım diye ortalıkta bırakmak istememiş, tanışmak için de böyle zarif bir plan icra etmişti. (Elbette karşılık buldu esmer tenli arkadaşın attığı adım. İki yıl sonra mezun olup gitti. Yollarımız ayrıldı, ama iletişimi hiç koparmadık, bugün dahil!) Daha sonra anlayacaktım ki üst sınıflar, yeni gelen öğrencileri kendi saflarına katmak adına rekabet içindelermiş.
Evet, hatırlıyorum. Kavunların rengini, şeklini, kokusunu hatırladığım gibi… Solcu geçinenler, görüşlerini temsilen faulleri uzun bırakıyor, ispanyol paça kot giyiyor ve batı klasiklerini okuyorlardı. Sağcılar ise en çok on-on beş kişiydiler. Genelde kimseye bulaşmaz daha çok idareye yakın duruyorlardı. Okulda kimin ne yaptığını çaktırmadan yöneticilere aktarmak onların işiydi. Mütedeyyinlere gelince, onlar okulun en derli toplu kesimiydi. Kendi çağına damga vurmuş âlimlerin, düşünürlerin ve müspet edebiyatçıların eserlerini okurlardı. Sayıları tüm öğrencilere oranla yüzde otuz kadardı. Ama etkileri yüzde doksandı.
Her yemekten sonra, tenha köşelere çekilip sigara içerdi sol grup. Dindar kesim namaza giderdi. Sağ görüşlü azınlık ise ortalıkta kalırdı. Çok geçmeden hepimiz birlikte kavun satışı yapılan alanda buluşurduk. Muhalefetin olmadığı tek yer burasıydı. Hatta karşılıklı ikram bile olurdu usul gereği. Diğer boş vakitlerde herkesin takıldığı yer farklıydı. Sağ ile sol görüşlüler televizyon salonunda toplanır magazin izlerlerdi. Dindar öğrenciler ise ya yürüyüş yolunda kol kola yürür yahut mescitte bir araya gelip sohbet ederlerdi.
Aynı memleketin insanı, aynı dinin mensubu, aynı kültürün çocuklarıydık. Ancak ayrıştırıyordu sistem. Köyde can ciğer olanlar okulda düşman kesilebiliyordu. Acıydı ama gerçekti.
Onlarca yıl öncesinde olanların tekrar nazara gelmesini sağlayan şey kayınpederin kestiği kavunun kokusuydu. O güzelim nimetin bende çağrıştırdığı dönemsel şeylerden biri de haber kanallarıydı.
O haber kanalları ki, sunumlarını şova dönüştürüyor, abartma sanatının sınırlarını zorlayarak cümlelere takla attırıyorlardı. Sistemin dayattığı dar çerçeve ile inancı arasında sıkıştırılan mütedeyyin insanları bir bir ifşa ediyor, iz süren köpekler gibi nerede bir dindar varsa bulup avlıyorlardı. Oluşturulan algı neticesinde birer öcü muamelesi görüyordu sakallı insanlar. Üniversite kapılarında her türlü şiddete, dışlanmaya, ötekileştirmeye maruz kalan hanım kızların feryatları ayyuka çıkardı. İnsanların acısıyla alay eden, kutsal değerlere savaş açıp asi olmaktan eğlence devşiren o günün haber kanalları!..
Koca bir devlet, devasa bir ordu, ekranları işgal eden üç beş odun kılıklı spikerin ağzına bakıyordu. Kimi fişleseler ertesi gün ya görevinden atılıyor yahut tutuklanıyordu. Ekonomik bunalımı örtbas etmek için namaz kılanlar günah keçisi ilan edilmişti. Piyasadaki en ucuz şey onlara yapıştırılan etiketlerdi.
Reklâm arasında tanıtımı yapılan her nesnenin yanında alakasızca teşhir edilen mankenler muasır medeniyet nişanesi olarak lanse edilirken, hak arayanlar tutuklanıyor, sesini çıkaranlar cinayete kurban gidiyordu. Bütün gündem sulandırılmış benzer haberlerle doluydu.
Ekranın yansıttığı görüntülerden içimiz daralınca atıyorduk kendimizi dut ağacının altına. Cinnet ortamından cennet toprağına geçmek gibi bir şeydi bu! Olgunlaşmış kavunların sakinleştiren kokusuyla onarıyorduk yıpranmış sinirlerimizi. İkram, dostluk ve muhabbet öyle başlardı. O günlerden bugüne çok şeyler değişti. Muhteşem kavun kokusu hariç…
Ben tabağa, tabak bana bakarken tekrar geldi kayınpeder. Tek dilim yememiştim daha. Beni o halde görünce şaşırdı. Neden yemediğimi sordu. Aklımdan geçenleri nasıl anlatabilirdim ki? Hem anlatsam bile bir anlam verir miydi ki? Kitabı öne sürerek arkasına sığındım. Ne demek istediğimi pek anlamadı. Doğrusu ben de ne hissettiğimi uzun cümlelerle anlatacak kadar hazır değildim.
Ne tam olarak geçmişin derinliğinde kalabildim ne de büsbütün içinde bulunduğumuz an’a gelebildim. Araftaydım ancak makul bir cevapla durumu idare etmeliydim. “İşim bitmek üzere, birazdan yiyeceğim.” dedim. “Sen bilirsin” manasında başını sallayıp gitti. Bölmeseydi bilmem daha neler gelecekti hatırıma. Sanırım artık yeme zamanı… Kokusu o kadar eskilere götürdüyse tadı nerelere götürecek kim bilir!..
The post KAVUN KOKUSU first appeared on İNZAR DERGİSİ.